Tabiatı sevmek, ona aşk boyutunda bağımlı olmak elbette güzel bir şeydir. Ancak insan şunu sormadan da edemiyor? “Tabiat da bizi seviyor mu? O da bize âşk boyutunda bağımlı mı? Eğer bizim duygularımız sadece bizi ilgilendiriyorsa? Tabiatın aklı, fikri, zekâsı, duygusu yoksa? Tabiat sadece doğa yasalarıyla işleyen yekvücut bir organizmaysa? Bizden ve duygularımızdan hiçbir haberi yoksa? Biz kendi kendine gelin güvey olan, platonik aşka düşmüş şaşkın âşıklar mıyız? Hayalimizde tabiat isimli sanal bir sevgili yaratmış, gerçeklerden kopmuş, hayalî aşk yaşayan Mecnunlar mıyız?”
Fakat çeyrek yüzyıla dayanan tabiatla aşk maceralarımız bize şu hakikati hissettirmiştir. Evet, onunla başbaşa olduğumuz her birliktelikte tabiat bizi işitiyor. Dinliyor. Anlıyor. Algılıyor. Hissediyor. Biraz da alınıyor. “Aklı var mı ki, zekâsı var mı ki?” diye sorguladığımız için kendisini aşağılanmış zannediyor.
Uzak doğu atasözünde; “kara sabana koşulmuş öküz yavaştır fakat toprak sabırlıdır” denilir. Tabiat da bize sabrediyor, hem iltifatlarımızı hem sataşmalarımızı asla unutmuyor. Bekliyor, bekliyor ve zamanı gelince karşılığını veriyor. İşte aldığımız derslerden birisi daha... hazırsanız başlıyoruz anlatmaya...
Tabiat akademisinden aldığı eğitim kesmediği için emeklilik çağında ikinci üniversiteye başlayan Muharrem ara sınavlara gitmişti. Biz doğa tutkunları için durmak olmazdı. Kemal,
-Haydi bu hafta tekrar Gölcük tabiat yürüyüşü yapalım mı deyince soluğumuzu toplanma yerlerinde almıştık.
Millî Park girişinden geçip arabamızı koyacak yer ararken yağmur başlamıştı. Önceleri hafiften yağınca belki durur düşüncesiyle ilerde görünen “TABİAT PARKI DÜZENLEME” inşaat sundurmasının altında beklemeye başladık.
Kemal sırt çantasını açıp, sıcak çay termosunu çıkarınca biz de sırtımızdaki çantaları indirip, bardaklarımızı uzatıp, bu sıcak mutluluğa ortak olmak istedik. Çaylarımızı yudumladık. Yağmur kesilmeyince kahve aroması ve tadıyla terapiye devam ettik. Baktık rahmet dinmeyecek, ne artıyor ne eksiliyor, şemsiyelerimizi açtık, yağmurluklarımızı donandık ve düştük aşk yollarına.
DSİ tesisinden güneye giden orman yolunda ilerliyoruz. “Aptal ıslatan” makamıyla çiseleyen yağmur her zamanki gibi ıslatacak bir yerlerimizi buluyor. Tatlı tatlı esen serin rüzgâr bizi üşütmek için kıyafetlerimizden geçecek bir yol buluyor. Islanıyoruz, üşüyoruz fakat sevgilimizden ayrılmaya niyetimiz yok. Aşkımızın yağmur tıpırtısına, toprak kokusuna ve rüzgârının “hûûû”suna vurulmuşuz bir kez, artık ebedî ayrılık yok.
Birden yirmi metre önümüzde, beş-altı tane yaban atı yol üzerinde yan yana sıralanarak durdular. Gözlerini fincan gibi açtılar. Kulaklarını diktiler. Dudaklarını aşağı yukarı sarkıttılar. Dişlerini aralayıp dillerini salladılar. Karınlarını askeriye kazanı gibi şişirdiler. Heykel gibi bize bakıyorlar. Kitlesel hipnoza girmiş gibiydiler. Biz de şaşırdık. Bu yaban atları normalde yüz-iki yüz metreden ziyâde yaklaşmazlar. Kaçarlar. Uzaktan gözetleyerek yayılmaya devam ederler.
Neredeyse burun buruna karşılıklı “alık alık” bakışmamız yaban atlarının doğa yasasına hiç uymuyordu. Bu ender doğa olayını elimizdeki siyah şemsiyelere bağladık. Öyle ya, zavallı atlar şemsiyelerin ne olduğunu bilemediler, ilk kez gördüler, şaşırdılar, aptallaştılar. Zaten akılları da ona göre, insan aklı gibi çıkarım falan yapamıyo diye mırıldandık. Bir yandan da fotoğraflarını çekip “o an”ı ölümsüzleştiriyoruz. Derken...
Yavaş yavaş sağa dönüp koruluğa doğru sızdılar. “Eh nihayet akılcıkları erdi, bizim uzaylı olmadığımızı, eli şemsiyeli doğa âşıkları” olduğumuzu anladılar. Jetonları düştü diye espri yaptık. Fakat hâlâ yağmurlu, rüzgârlı, sisli tabiatta gizemli hava devam ediyordu. Çünkü yaban atları koşmuyorlardı. Salına salına yürüyorlardı ve hâlâ çaktırmadan yan gözle bize bakıyorlardı. Fotoğraflama için odaklanınca aralarında bir tay gördük. Birkaç haftalık olduğu sarhoş gibi yürüyüşünden anlaşılıyordu. Daha taze bebekti. Aman ne tatlı şey diyerek deklanşörlere bastık.
Bu esnâda tabiat geçen haftaki suallerimize, sataşmalarımıza ve meraklarımıza yönelik akademik dersini tamamlamış olmalı ki, yağmurun şiddetini artırdı. “Bu günkü dersimiz bu kadar beyler! Haydi bakalım evlerinize, beni kendimle başbaşa bırakın. Kafama göre esip gürleyeyim, yağıp yağıştırayım” dedi.
Araca döndük. Kaloriferi sıcağa aldık. “Şemsiyemiz olduğu halde iliklerimize kadar ıslandık ama gırtlağımıza kadar da mutluluğa gark olduk” hissiyatıyla Gölcük rampasından Milas Mesireliğine indik. Üçümüz de aynı şeyi düşünmüş olmalıyız ki... birden yüzlerimiz mos mor oldu. Eskiden çocuklar bir konuda haklı çıkınca, büyükler de mahçup olunca “Mor da bi renktir baba” derlerdi. Tabiat da bize “mor da bi renktir beyler” dedi. Kim daha akıllıymış ve zekiymiş anlamışsınızdır inşallah dedi. Nasıl dedi? Şöyle dedi:
- Sayın tabiat âşıkları! Yaban atları olağan dışı bir halde yola yan yana dizildiler. Aptallaşmış bir görünüm verdiler. Dikkatlerinizi üzerlerine çektiler. Kendilerini tabiattan daha akıllı, daha zekî zanneden sizleri resmen hipnoza soktular. Sizi aptala bağladılar. Siz öylece bakınırken dişi atlar zar zor yürüyen tayı sizden korumak amacıyla arkadan koruluğa sızdırdılar. Böylece gözleriniz bağlandı ve tayı öndeki atlardan dolayı göremediniz. Yavruyu güvenli ortama ulaştırınca erkek atlar da aptallık numarasını bırakıp arkalarından yürüdüler. Koşmadılar, çünkü tay henüz onlarla birlikte koşacak kaslara sahip değildi.
Yazımızın sonuna yaklaşırken muhteşem zekâlı yaban atlarının türeyiş hikâyesini, navigasyon yutmuş kadar hassas yön ve yol bulucu, rotacımız Muharrem’den dinleyelim:
“O atların dedelerini Dere Mahallesinde Deli Amat (Ahmet) diye biri bıraktı. Dereli Deli Amat’ı Ispartamızın meşhur Hurdacı Deli Amat’ı ile karıştırmayalım. İkisi başka başka mübareklerdir. Gel zaman git zaman kırlara salınan bir-iki at arttı gitti. Deli Amat’ın en son bir eşekle çekilen 2 tekerli küçük bir arabası vardı. Onu Roma Karakolu denen bölgede ve Lazoğlu’nun evinin bulunduğu yerde görürdüm orada mülkü vardı (Sagalassos zikzaklarının başladığı yer) buradaki mülkünü bize satmak istemişti ama Millî Parklar’ın da bir kamulaştırma işlemi olduğundan talip olmadık. Şimdi kendisi sağ mı bilemem, o atların atalarını kendisinin saldığından bahsederdi.”
Evet, değerli doğa dostlarımız. Doğanın bizlere verdiği bir akademik dersi, bir kez daha sizlerle paylaşma şansına sahip olduk. Başka anlatılarımızda tekrar buluşmak dileğiyle.
Saygılarımızla
ALIÇ DOĞA AKADEMİ GRUP
(ADAG)
“MAKM”
(Mustafa, Adnan, Kemal, Muharrem)
Alpay
31 Mayıs 2025 Cumartesi 13:23Çok güzeller. Harika. Emeği geçenlere tebrikler
Hamza Ebubekir
31 Mayıs 2025 Cumartesi 13:08Keşke bu at konusunu hiç acmasaydiniz, uyanık esnaf bunları kesip dana döner diye satar halka