Geçen hafta “SON DAĞ KÖYLERİNDE SON KÖYLÜLER” başlığıyla verdiğimiz doğa yürüyüş notlarımızın 2. ve son bölümüne kaldığımız yerden devam ediyoruz. Kapıcak Köyü yerleşim alanlarında milattan bin yıl öncesine ait insan eserleri bulunmuş. Ve köyün adı eski çağlardan beri Keligan (Kelian, Kalıgan, Kalığan) olarak kullanılagelmiş. 1928 yılına gelindiğinde 3 bin 28 yıllık antik ad “Kapıcak” şeklinde Türkçeleştirilmiş. Ancak ülkemizdeki binlerce dağ köyü gibi adı değiştirilse de tadı her geçen yıl azalıyor son nefeslerini alıyor. Yavaş yavaş ölüyor. Bu düşünceler içinde valilikten emekli makam şoförünün gönderdiği ters istikametten, Sakarya Fırat dizisinin çekildiği Çeliktepe Karakolu istikametine döndük.
Köyün içinden tekrar geçerken, besihane bekçisi yiğit Kodaman ve arkadaşı ufaklık Fındık bizi yeniden görünce heyecanlandılar. Hızla koşarak önümüze gerilip, “Bir kez buradan geçtiniz. Misafirdir deyü hır çıkarmadık. Bu son olsun haa! Bir daha dönerseniz aramızda hır çıkar haa!” dercesine bize şüpheli gözlerle ve hafif hırıltılarla ültimatom verdiler. Bu iki yiğide bulaşmamak için çalıyı dolaşalım dedik ve adımlarımızı hızlandırdık.
KAPLUMBAĞALAR LOKUM YER Mİ?
Köyde ısı 30 dereceyi geçmişti. Gül alım merkezindeki çuvallar fabrikaya götürülmüştü. Ortalıkta kimse görünmüyordu.
Güney güneşinin vurduğu kuzey yamaçlara yürüyoruz. Kargalar, saksağanlar, serçeler, kumrular hep bir ağızdan sanki bizim için özel öğle senfonisine başladılar. Karışık fasıl bir şeyler söylüyorlar. Belki bizlere, “Köyde kimse yaşamıyor diye üzülmeyin. İnsanlar bu köyde yaşasa da yaşamasa da bu köy bizim köyümüzdür” diyorlar. Kuşların bu nâzik tesellisiyle gönlümüz biraz ferahlıyor. Aynı anda çalıların arasından çıtırtılar duyuyoruz. Bir kaplumbağa yol kenarındaki çukurdan, “Üzülmeyin bu köyde ben de varım” diyor. Muharrem birkaç gün önceden, “kaplumbağalarıma lokum alalım, sakın unutmayalım, eli boş gitmeyelim” demişti. Bu teklif üzerine kaplumbağalar lokum yer mi yemez mi diye açık oturum yapmıştık. Denemeden bilemeyiz fikrinde hemfikir olmuştuk. Kaplumbağa lokumun kokusunu mu almıştı yoksa beynimizden yayılan düşünce dalgalarını üç gün önceden mi algılamıştı bilemiyoruz ama işte tam karşımızda bizi bekliyordu.
Bir lokumlara baktık bir de kaplumbağaya baktık. Bu mübareklerin iyi bir üzüm araklayıcısı olduğunu, meyve sebzelere de hayır demediğini biliyorduk ama lokum sanki biraz riskli gibiydi. Boğazına durabilir miydi? Vermekten vazgeçtik. Yüzyılda bir kez konuşan Mustafa, kaplumbağanın kulağına eğilerek, “Senin yerine lokumları biz bisküvi arası yapar yeriz” dedi. Dediği gibi de yürüyüş sonunda kurban kıymasından yaptığımız sac tantuniden sonra icâbına bakmıştık..
Biz kaplumbağayla lokum muhabbeti yaparken son evlerden birisinde yaşayan yaşlı amca, dayandığı kapıdan,
̶ Sabah ho yakaya gettiniz hindi (şimdi) ho yakaya gidersiiz. Bi yer mi ararsıız? diye sordu. Adnan,
̶ Selamün aleyküm babacığım. Sabah emekli vali şoförü bizi ters tarafa göndermiş, pusulayı ancak düzlettik. Sakarya Fırat’ın çevrildiği yamaca gideriz, dedi. Amca,
̶ Eyi eyi de tosbaaayla (kaplumbağa ile) ne gonuşursuuuz, hele deyin bakalım! diyerek güldü. Kemal,
̶ Biz konuşmayız babacığım, arkadaşımız Mustafa yüz yılda bir kez konuşur onu da tosbayla konuşur amma aralarında ne konuşurlar bize demezler dedi ve yaşlı adamın tebessümleriyle yolumuza devam ettik.
BİR ELİNDE KÜREK BİR ELİNDE BEBEK
Yayladan bir hatla getirilen kar suyu yol kenarındaki çeşme borusundan fışkırıyordu. Elimizi yüzümüzü kafamızı güzelce ıslattık. Biraz ileride ağaç formuna ulaşmış birkaç karaçalının gölgesine oturduk. Atabey ovasından esen hafif serin yel yanaklarımızı okşarken, şimdi sıra can çekişen dağ köylerini kurtarma tartışmasına gelmişti.
Kemal her zamanki üslubuyla sosyal yara olan bu konuya da yarı esprili saptamalarla girişti.
̶ Köylerin boşalmasının en büyük nedeni abalardır (ablalar, kadınlar). Çünkü köylerde yüksek topuklu ayakkabı giyemiyorlar. Adnan,
̶ Ne âlâka? diye seslendi. Kemal,
̶ Tüm alâka yüksek topuklu ayakkabı üzerinde kuruludur. Çünkü dünya öküzün boynuzu üstünde durmaktadır. Kadınların da nâzik ve pembe dünyası yüksek topuklunun üstünde durmaktadır... yüksek topuk yoksa abalar (kadınlar) bu dünyaya boş geldik boş gideriz derler.
Köyün dünyası ise düz ve lastik tabanlı ayakkabı üstünde durmaktadır. Kadınlar ahıra, tarlaya, bağa, bahçeye, davara, kıra, bayıra, köy çeşmesine yüksek topuklu ayakkabıyla değil, düztaban lastik veya kauçuk iş ayakkabısıyla gitmek zorundalar.
Bu tür sosyal meselelere fazla pas vermeyen Muharrem’in gözleri yaban meyve ağaçlarında, şifalı otlarda, henüz keşfedilmemiş antik izlerdeydi. Hatır için de olsa bir şeyler söylemesi için topu önüne attık. Gönülsüzce,
̶ Köyde yaşamak zor. Yaşayan bilir yaşamayan bilmez. Abalar yerden göğe haklı. Gerisine Allah kerim. Ben, şu dağın zirvesine çıkalım biraz kar getirelim derim. Oralarda antik kale, fosil, şifalı otlar ve dağ yemişleri var mı bakarız dedi ve ufku gözleriyle kolaçan etmeye devam etti.
Kemal kaldığı yerden konuşmasını sürdürdü.
̶ Kadınlar neden haklı? Şundan haklı. Köyde doğan ve köyde kalan kadınların dünyası gece gündüz, 24 çarpı 365 çalışarak geçiyor. Kızlarımız oğullarımız bari bu çileyi çekmesin diyorlar. Şehire göçelim. Tencerede pişirelim, kapağında yiyelim. Tek oda da olsa bir damda (evde) yaşayalım. Kızlarım okusun. Oğullarım okusun. Amir memur olsunlar. Okumazlarsa bir yerde çalışsınlar, tezgâhtar, esnaf sanatkâr olsunlar. Yeter ki köyün çamurundan tersinden hiç bitmeyen işinden gücünden kurtulsunlar. Cumartesileri pazarları olsun. Yıllık izinleri tatilleri olsun. Bayramlarda hanımlar yüksek topuklularla salınırken benim kızlarım ayaklarında naylon babbayla ahır temizlemesin, oğullarım gece yarısı keçilerin ardı sıra koşturmasın.... diye devam ederken sustu. Ötekilere baktı. Daha beş word sayfası konuşurum fakat bu kadar kâfi mi? diye sordu.
Mustafa bu yüzyıldaki konuşmasını kaplumbağaya bağışladığı için suskun kaldı. Adnan,
̶ Tek sebep kadınlar mı? Yüksek topuktan başka konular da var. Erkeklerin de kırsaldan şehire göçte büyük payları var. Tabi bunu sen de biliyorsun ama ben topa girmek için söyledim dedi. Kemal,
̶ Elbette var. Daha on iki bin beş yüz falan etken var. Hepsini bir çırpıda konuşmanın mümkün olmadığını hepimiz biliyoruz. Bu nedenle ben kendime bir odak noktası seçtim. Tüm mevzuyu o eksenden ele alacağım. Yüz yıldan beri devlet çocuklarınızı okutun politikası güdüyor. Her hükumet bu yanlışa devam ediyor. Ne oldu? Gençlerin tamamına yakını ya lise ya üniversite mezunu oldu. Oldu da ne oldu? 35 yaşına kadar kafe köşelerinde ana baba parası yiyerek devlet kapısına girmek için uğraşıyorlar. Partiler, hükûmetler, siyasetçiler hâlâ harıl harıl üniversite açacağız diye nutuklar savuruyorlar. Nerdeyse Ağrı dağının tepesine bile iki-üç tane üniversite konduracaklar. Gerçi haksız da değiller çünkü milletin oyunu avlamak için böyle demek ve yapmak zorundalar. Peki partiler gençleri köye döndüreceğiz, davar güttüreceğiz. Hanım kızların ayağına “lappak” (kaba saba) iş ayakkabısı giydirip ahırda inek dışkısı temizleteceğiz deseler oy alabilirler mi? Alamazlar.
BİR ELİNDE KUMANDA BİR ELİNDE ÇAY
Adnan saate baktı. Çaylarımızı hızlıca yudumlayıp yola devam edelim diye ayağa kalktı. Kemal,
̶ Şu fânî dünyada bir dağ yamacında, bir ağaç gölgesinde yan gelip, çelik termostan iki bardak çay, iki bardak kahve içmekten gayrı mûrâdım yok. Onun da içine “hadi” katıyorsunuz, diyerek öfleye öfleye elini Adnan’a uzattı. Asıl bakalım, ayağım uyuşmuş dedi
Kısa molada dağ köylerini henüz ölmekten kurtaramamıştık ama ölüm nedenlerini hanım ablaların yüksek topuk konforuna bağlamıştık. Yüksek topuk esprisini (daha doğrusu gerçeğini) bir yana bırakırsak annelerimiz, bacılarımız, hanımlarımız sadece köyün yükünü değil, şehirin ve tüm dünyanın yükünü biz erkeklerden kat kat fazla çekiyorlar. Hem dünyanın yükünü çekiyorlar hem de iki yumurta kırıp pişirmeyi beceremeyen, çamaşır makinesinin düğmelerini öğrenemeyen, işten gelip ayaklarını tavana dikip “hanııım çay yaaap!” diye mızıldayan biz erkeklerin de yükünü hem aşkla hem şefkatle çekiyorlar. Kadın bir yerde ya memur ya eleman olarak çalışıyor. Eve gelince kocası gibi nalları dikip yatmıyor veya maç izlemiyor. Hemen yemeğe, bulaşığa, çamaşıra, temizliğe sarılıyor çocuklarının ve kocasının konforunda eksiklik bırakmıyor. Ev hanımları da, köy kadınları da, şehir kadınları da kocalarının yaptığı her işi yapıyorlar. Artı bir de evin işlerini tek başlarına omuzluyorlar. E şimdi; “Cennet anaların ayakları altında olmasın da nerede olsun?”
FADİMENİN DÜĞÜNÜ
Kadınların hakkını böylece teslim ettikten sonra dağ köylerini yalnızlıktan kurtarmak için hepimiz kendimize soralım. Kamyonun teyibine rahmetli Ferdi’nin,
Hey hey hey hey
Hadi gel köyümüze geri dönelim
Fadimenin düğününde halay çekelim
(...)
Ne ümitle geldik koca şehire
Allah sonumuzu hayır getire
Alacaklı haciz koymuş Bekire abooo
(...)
Buralarda ağaçları kesmişler
Yerlerine taş duvarlar dikmişler
Sevdiğimi başkasına vermişler abooo
(...)
Bir başkadır Torosların yağmuru
Anam evde hazırlamış hamuru
Çok özledim havasını, suyunu abooo
Kasetini koyup dinleye dinleye kim köye döner? “Tısss” diye bir ses geldi kulağıma. Demek ki ben dahil hiç kimse köyüne ve doğaya geri dönmüyor. O zaman hiç birimiz, “köyler ölüyooor, devlet neredeee, iktidar neredeee!” diye zırlamayalım. Kapıcak dağ köyündeki terk edilmiş mahallenin, kurumuş çeşmesinin yanına oturalım ve sokak felsefesiyle köyler için çözüm üretelim. Çözüm üretemesek de havanda laf dövelim...
KURULMADAN BATAN PARTİ
Kemal kuru hatılın üzerine oturdu. Yine espriyle anlatmaya başladı.
̶ Arkadaşlar yarından tezi yok derhal bir parti kuruyoruz. Partinin adı: KÖYE VE DOĞAYA DÖNÜŞ PARTİSİ... İlk seçimlerde iktidara geliyoruz ve köylerimizi ölmekten kurtarıyoruz. Gerçi vatandaş partinin ismini görür görmez üzerini çizer. Seçimlerde kendi hanımlarımız dahi bize oy vermez diyeceksiniz. Durun. Demeyin. Önce partimizin bu konudaki on bin detayından üçünü beşini dinleyin. Ne diyecekseniz sonra deyin.
Aslında hiç kimseyi şehirden köye döndürmeyeceğiz. Sabah mesaisinde götüreceğiz akşam beşte herkesi şehire geri getireceğiz. Neden?
Yarım asırdan beri ekilmeyen, dikilmeyen, besicilik yapılmayan köylerimizi özel şirketlere kiralayacağız. Özel şirketin kesesine devletten bir kuruş sokmayacağız. Tam aksine devlet özel şirketten kazanacak, vatandaş kazanacak, ülke kazanacak.
Önce özel şirketler kendi keselerinden köye modern besihaneler, seralar, çiftlikler oluşturacaklar. Tarlaları bağları bahçeleri ovaları yaylaları ıslah yatırımlarıyla tanzim edecekler. Hayvansal ve tarımsal ürünlerin işlendiği tesisleri kuracaklar. Ziraat mühendislerini, veterinerlerini ve diğer teknik personeli istihdam edecekler. Tarımdan hayvancılıktan kısaca köy işlerinden anlayan köylüleri de “çalışan ve eğitici” sıfatıyla işe alacaklar.
Adnan’ın anlattığı şekilde ilköğretimde çocukları ilgi alanlarına göre mesleğe ya da okumaya yönlendirme sürecine tabi tutacağız. Okuma eğilimi olanlar okuyacaklar. Mühendis, doktor, öğretmen, hemşire vs. olacaklar. Orası bizim programımızı bağlamıyor. Bizi bağlayan hususlar şunlar...
Köy mesleklerine eğilimi olan çocukları da şirket köylerinde yeteneklerine göre iş eğitimine tabi tutacağız. Üniversite bitirme yaşına kadar şehirden sabah götürüp akşam geri getirip köy hayatını öğreteceğiz. Çalışmayı öğreteceğiz. İsteklerine ve yeteneklerine göre kimisi çobanlığı, kimisi tarımı, kimisi sabit besiciliği ve diğerlerini şirketin daimi işçilerinden tatbikatıyla öğrenecekler.
DUVARSIZ ÜNİVERSİTELER SÜPER MÜHENDİSLER
Çocuklar belirli günlerde de devlet okullarından orta, lise ve üniversite eğitimi almaya devam edecekler. Örneğin... Öyle on satırlık matematik problemleri çözdürmeyeceğiz. Zehir gibi bakkal hesabı matematiği öğreteceğiz. Bugün ezberleyip yarın unutacağı sosyal derslerle de uğraştırmayacağız. Tarihin, siyasetin, ticaretin, millî değerlerin en öz derslerini vereceğiz.
Çocuklar köy sürecini bitirdiklerinde üniversiteyi de bitirmiş olacaklar. Çobanlıkta uzmanlaşan gence SÜRÜ YÖNETİM MÜHENDİSİ diploması vereceğiz. Tarımın, mesela meyvecilik kolunda uzmanlaşana MEYVECİLİK MÜHENDİSİ diploması vereceğiz. Sabit besihanede uzmanlaşana BESİ MÜHENDİSİ diploması vereceğiz. Tavukçuluğa TAVUK MÜHENDİSİ, mantarcılığa MANTAR MÜHENDİSİ, balıkçılığa BALIK MÜHENDİSİ diploması vereceğiz. Her genç bir konuda uzmanlaşıp “KÖY ÜNİVERSİTESİ”nden mühendis olarak mezun olacak. Ama köyde kalıp kendi dalında mühendis olarak çalışmaya devam edecek. Kendisine bir PEYNİR MÜHENDİSİ Fadime bulup evlenecek. Çocukları olacak. Çocukları yeteneklerine göre ya şehir üniversitelerinde ya da köy üniversitesinde eğitimine devam edecek. Bu zincir sürüp gidecek. Bu arada...
Eğitime, çalışmaya, disipline ısrarla katılmayan başarısız olan gençlere ise KALDIRIM MÜHENDİSİ diploması vermeyeceğiz. Onları da köy kahvehanesinde çalıştırıp GARSON MÜHENDİS diploması vereceğiz. Gülersiniz tabi. Herkes mühendis olacak diye sırıtırsınız.
Köyün son sakinlerinden birisi tünediği yerden kulak misafiri oluyordu. Yazımıza da dahil olsun diye artistik bir fotoğrafını çekmeden geçemezdik...
BÜLBÜLLERİN GÜLLERE ÂŞIK OLDUĞU KÖYLER
Meraklı kulak misafirinden müsaade alarak anlatmaya devam ettik. Köydeki üretimin tüm geliri şirket, daimi işçileri ve gençler arasında hak edişlerine göre paylaştırılacak. Sakın ha, bu modeli eski Rus Sovyetler Birliğinin komünist üretim modeline benzetmeyin. Bu model “devlet tekesi” ruhundan sıyrılamayan devlet memurlarını devreden çıkaran, özel teşebbüs modelidir. Herkesin ve devletin kazanacağı bir sistemdir. E tabi... gençlerin, daimi işçilerin mesaileri, nöbetleri, hafta sonu tatilleri, yıllık izinleri olacak. Sigortasız çalışmayacaklar.
Çeyrek yüzyıl geçmeden, köyler canlanır. Hatta yolları pırıl pırıl olur. Tarlalar, bağlar, bahçeler yemyeşil olur. Ovalar yaylalar hayvanlarla ve çalışan insanlarla dolar. Köy evleri ahırlardan ve kokudan kurtulur, modern besihanelere kavuşur. Evlerin bahçelerinde keçi koyun tavuk inek tersi yerine güller sümbüller kokar. Belki “abalar” köydeki mesaileri bitince şehire dönmeden evvel yüksek topuklu ayakkabılarıyla köyün çiçekli yollarında salına salına gezinirler bile.
Partimiz iktidara gelince kuzu pirzolanın, dana bifteğin, kıymanın fiyatı elbette makul seviyelere inecektir. Çünkü köyler üretim mühendisi yetiştirmeye başlayınca “sen ağa ben ağa ineği kim sağa” uyuşukluğu bitecek. Arz talep dengesi yerine oturacak. Şimdiki gibi on dağda iki çoban değil, yirmi çoban ve yirmi sürü gezecek. On köyde on iki inek olmayacak, on köyde bin inek olacak, bin öküz olacak. Öküzler gelecek bereket gelecek. Ve her köyümüz işte böyle bir köy olacak... Neden olmasın?
Laflarla uzayıp giden hayallerimiz Sakarya Fırat setinde son buldu. Üç çoban bize bakıyordu. Köyleri ölmekten lafla kurtarmıştık. Şimdi sıra çobanlarla muhabbetteydi. Bir ağacın koyu gölgesine oturduk. Yan geldik. Taşa dayandık. Ağaca sırtımızı verdik... Uzunca koyu bir sohbet yaptık. Termoslarımızdaki çayın ve kahvenin dibini beraberce bulduk. Çobanlar muhabbete doyamayınca, “Şo yokarıda görünen çoban kulübemize gidelim, çay demleyelim, çorba kaynatalım, ayran içelim, yufka peynir yiyelim” diye özden gönülden ısrar ettiler. “İnşallah bir dahaki turumuzda” diyerek vedalaşıp şehire döndük.
Değerli okurlar. Elbette parti kurmak, siyasete atılmak, köylere sihirli sopayla dokunup bir anda cennete çevirmek gibi iddialarımız ve emellerimiz yok. Fakat sizler gibi bizlerin de en büyük dertlerinden birisi dağ köylerinin yavaş yavaş can çekişmesi karşısında çaresiz bakmaktır.
İNSAN HAYÂL ETTİKÇE YAŞAR
Çaresiz bakmak, acizliktir. Hiçbir şey yapamıyoruz demektense “tek bir şey yapmak” Yâ Allah Yâ Bismillah deyip aksiyona geçmektir. Tek bir şey belki derdimize çare olmaz ama köylerimiz için ilk hayat nefesi olabilir... Mesela grubumuzdan bazı dostlar ellerinde testere ile bir milyon ağacı budayamıyor ama on bir ağacı hastalıklı ve kuru dallarından kurtarıyor. Ellerindeki torbayla doğaya ağaç tohumu ekiyorlar. Doğadaki ağaçlar bir milyar iken ekilen bir tohum çıktığında sayı “bir milyar bir” oluyor.
Bazılarımız ise... ne ağaç buduyor, ne tohum ekiyor ama bir ağacın altında yan gelip onları izliyor. Elbette bu da mühim bir iş. Çünkü ağaç “benim gölgem bir işe yarıyor, bir canlıyı mutlu ediyor” diyerek dünyanın en mutlu ağacı oluyor. Ağaç gölgelerine bol bol kösülüp ağaçları bol bol mutlu eden arkadaşımızın adı... (bizde gizli kalsın).
Bir başka yazımızda doğayla konuşmalarımızı ve doğanın mesajlarını sizlere iletmeye devam edeceğiz inşallah.
Saygılarımızla
ALIÇ DOĞA AKADEMİ GRUP
Mustafa, Adnan, Kemal, Muharrem
ADAG-MAKM
GK
24 Haziran 2025 Salı 18:49Lütfen, hoşaftan anlamayanlar... bazı yazıları okumasınlar.
Edebiyye
24 Haziran 2025 Salı 17:26Ne laubali bir yazı, sap yiyip saman s...mak