Tabiat, tabii bir akademidir. İnsan doğduğu anda bu akademiye kayıt olur ve son nefesiyle birlikte mezun olup diplomasını alır ve sonsuzlukta yürümeye devam eder sonsuzca.
Bazıları tabiat akademisinden, yaramaz ergen çocuklar gibi kaçarlar. Onların lisanıyla “tabiat akademisini kırıp”... şehir beton medeniyetinde AVM koridorlarında kaybolurlar.
Bazıları nerede doğarsa doğsun. İster “yeşil doğa”da ister “beton doğa”da. Onların gönülleri her an tabiatta tabii akademik seyahatlarda, keşiflerde, yaban ağaçlarının bakımında, çekirdek-fidan dikmededir. Beton medeniyetini kırıp, tabiat akademisine kaçıştadır.
Biz tabiat dostlarının hikâyesi ayrı ayrı yerlerde başlasa da kesişme noktamız “yeşil, dağ, kırsal, zirve, vâdi, yayla, vahşi hayvanlar...” olmuştur. Tabiat bizi çağırdığında içimizdeki dereler dolar, nehir olup akmaya başlar ve sırt çantalarımızı yüklenip “sevgilimiz tabiat” ile buluşmaya gideriz. Her yürüyüşümüzde tabiat kendi tabii lisanıyla bizimle diyalog kurar ve o gün bir-birkaç olay ile eğitim verir.
Yine bir gün tabiat bizim, biz tabiatın gönlüne düştük ve bir hikâyemizi daha yaşamaya, deneyimlemeye ve adım adım güzelliklerin ve sırların derinliklerine inmeye başladık.
Muharrem ısrarla Gölcüğe gidelim diyordu. Tamam deyip toplandığımızda arabamızı sabahın erken saatinde krater gölünün kenarına park etmiştik. Neşeli espriler eşliğinde bagaj kapısı açılmış, itinayla hazırladığımız sırt çantalarımıza son düzenlerini verdik.
Yola koyulduğumuzda yan yana yürüyorduk, Muharreme dikkat ettiğimde öylesine değil de daha çok bir hedefi var gibiydi. Sordum,
-Program nedir?
Bana döndü,
-Sagalasos kentinde yaşayanların zengin insanlar olduğunu biliyoruz değil mi?
-Evet dedim, ticaretle uğraştıkları ve zengin oldukları söyleniyor.
-Bu adamlar zengin ise yakınlarındaki bu göle karşı kayıtsız kalacaklarını sanmıyorum dedi.
-Nasıl yani?
-Gölü gören sırtlara “yazlık ev” yaptıklarını düşünüyorum. Çünkü antik çağın para babaları da kışlak olarak Sagalassos’da, yazlık olarak Gölcük’te serin serin neden yaşamamış olsunlar? O taraftaki güney sırtlara bir göz atalım. Onların bıraktığı izleri arayalım diyorum.
Şaşırmadım desem yalan olur. Kafam sorularla dolu yürümeye devam ettim.
Tam sırtın önüne geldiğimizde yorgunluğun iyice fark edildiği bir ortamda biz durup, mola için hazırlık yaparken, Muharrem çoktaaan kendini dağın sırtına vurmuş uçarcasına tırmanıyordu. Yapmak istediğini anlamıştım, diğer arkadaşlara,
-Biz mola için oturalım dedim, Muharrem de birazdan gelecektir.
Gerçekten de çay termosları çıkıp ikram edildiği sırada, dağın alt eteklerinden geri dönüp çıkıp, geldi,
-Sırtta sanki kaya mezarı gibi yapılar var dedi.
Fakat çok yorulmuştuk ve tekrar bir sert tırmanışı kaldıracak durumda değildik. Muharrem ise en azından birisine yakından bakmakta ısrar ediyordu.
Sonunda çözümü Kemal buldu, getirdiği yarı profesyonel fotoğraf makinasını bir kaya üzerine sabitledi. Kuş uçuşu 750 metre kadar mesafedeki hedefi odaklayıp zumladı. Birkaç kare aldı. Makinenin ekranından inceledik. Fotoğraf üzerinde gerçekten de uzaktan doğal peri bacaları gibi görünen yapılanmalara insan eli de değmiş ve onlara kültür ve inanç izleri bırakmışa benziyordu. Tabii ki beynimiz de bazı şeyleri antik eserlere benzetip keşif merakımıza çaktırmadan destek atıyordu.
Saate 15:00 sularıydı. Gölcük Tabiat Parkı bir gün daha kış uykusu hazırlılarına başlıyordu. Güneş de kendi yatağında mışıl mışıl bir uykuya dalmak için batı ufkuna inişe geçmişti. Tamam mı devam mı dedik. Tabiat akademisi ekibi demokratik bir oylama sonunda bir dahaki sefere diye ortak karar verdi. Gerçi Muharrem her zaman sabaha kadar da olsa yola devam oyu kullanmayı tercih ederdi. O gün o noktadaki tabiatın o sırrını sırrını çözmeden aklı dağlarda kalırdı. Ona demokratik baskıyla bir dahaki sefere oyu kullandırttık. Böylece “demokrasiden sapmamış” olduk J. Tıpkı bir zamanların tek partili demokratik rejiminde olduğu gibi.
Birkaç hafta sonra... Daha erken yola çıkarak sabah serinliğinde dik sırtın dibine ulaştık ve makilik ortamda elimiz yüzümüz çizile çizile, birbirimizi asıla asıla tırmanmaya başladık. Elbette Muharrem heyecanını yenememiş olsa gerek en önden Tarzan’a nal toplatırcasına gidiyordu.
Hedefimizdeki ilk yapıya ulaştığımızda sırtımızı, bacaklarımızı ve ayak tabanlarımızı adrenalinin acısı kaplamış, kaslarımız kesik kesik olmuş, tatlı tatlı ağrıyordu. Uzaktan hem peri bacası, hem antik yapılar gibi görünen hedeflerimize dokuna dokuna incelemeye başladık, ancak ısrarlı gözlemlerimiz neticesinde el yapımı konusunda tam emin olamadık. Diğer yapılar da sanki bir çizgi üzerinde sıralanmış gibi göründüğünden Muharrem yerinde duramadı,
-Siz dinlenin dedi, ben bir bakayım, size seslenirim.
Termosları açtık. Üç dost dağın askeri zirvesine (gerçek zirvenin biraz altı, düşmanın göremeyeceği konum) konuşlandık. Serin mi serin rüzgâr bir o yana bir bu yana esiyordu. Karadeniz çayının, dağ kekiği çayının ve kahvenin aroması birbirine karışıyordu. Merak ederek Muharrem’e baktığımda üçüncü peri bacasına doğru ilerlediğini gördüm. Mustafa kendisini telefonla aradığında,
-İnsan yapısına benzemiyor dedi, zaten fotoğraflarını da aldım. Siz oradan inişe geçin, aşağıda değerlendiririz diye cevap verdi.
Eşyalarımızı toplayarak inişe geçtik ancak bu türlü sert sırtlarda dönüş daha tehlikeli olabildiğinden çok dikkat gerektiriyordu.
Aşağıda buluştuğumuzda bizim fotoğrafları ve Muharrem’in çektiği fotoğrafları dikkatle inceleyince bunların kaya mezarı olmasa da zamanın aşındırıcı sebeplerinden etkilenerek uzaktan el yapımı gibi göründüğünü anladık. Milyonlarca sene evvel arzın kaynayan kazan merkezinden fışkırmış lav bacalarıydı. Sert mineraller, elementler rüzgârlara, yağmurlara, buzul çağlarına, kuraklık evrelerine direnmişti. Daha yumuşak olan lav tabakaları toprağa dönüşmüş, aşınmış ve seviye kaybetmişti. Sert kısımlar da insan eliyle şekillenmiş bacalar gibi görünümler oluşturmuştu.
Dönüş yoluna başladığımızda öğleden sonra pikniğine gelen insanları görmeğe başladık. Gölü çevreleyen toprak yolda otomobiller, ATVler ve dağ motorları beton medeniyetini yeşil boyut ile tanıştırıyordu. Bir otomobilden sıradan bir müzik sesi, diğerinden Ankara oyun havası, birisinin cep telefonundan Tiktok konuşmaları yankılanıyordu. İspinozlar, Çam baştankaraları, kargalar, serçeler de isyan edercesine “ne bu gürültü?” diye feryâd edip, elektronik ses çirkinliğini tabii ötüş senfonileriyle izole etme yarışına girişiyorlardı.
Sevgili halkımızın tabiatta zaman geçirme tarzına baktık ve Allah herkese sevdiği şeyleri gani gani ikram etsin dedik. Biz de tabiatın sesini ve tabiatın sessizliğini kendimizce gani gani ruhumuza sindirerek, yapay sesleri kulaklarımızdan silerek mangal dumanları ve ızgaraların nefis kokuları arasından otomobilimize yürüdük. Tabiatta veya tabiat koruma alanı sahasında yeşile zulmeden etkinlikler ne kadar doğru sorusunu kafamızda bir kez daha tarttık.
Isparta’ya henüz keşfedilmemiş “bir damlacık da olsa” antik yapılar kazandırmak macerasıyla çıktığımız bu rotada arkeoloji bilimin ve sanat tarihinin dişini dolduracak bir şey bulamamıştık. Fakat her zaman olduğu gibi tabii güzellikleri bulmuştuk. Böylece bir rotamız daha gâyesine ulaşmıştı. Bu vatanın kutsal toprağından mayalanmış bedenlerimizdeki ciğerlerimiz dağların saf oksijeniyle yanarak dezenfekte olmuş, hücrelerimiz de arınma terapisini terler içinde kutlamıştı.
Tabiatın akademik boyutuyla özümüzdeki doğal akademik boyutun çakışma hikâyelerinden birisine burada nokta koyarken... “Ferman pâdişâhın dağlar bizimdir heyy!” nidâsıyla bir başka anlatıda buluşmak ümidiyle hoşça kalın dostlar diyoruz.
Saygılarımızla
ALIÇ DOĞA AKADEMİ GRUP
(ADAG)
“MAKM”
(Mustafa, Adnan, Kemal, Muharrem)